Kamboçya

Tarihi acılarla dolu, keşfedilmemiş cennet

DİĞER FOTOĞRAFLAR

Tarihi acılarla dolu, güler yüzlü insanların, keşfedilmemiş cennet ülkesi...

 

Fakat her geçen sene artan Avrupalı turist sayısı ile, bir an önce gidilmesi ve görülmesi gereken bir ülke. Ben çok beğendim ve Kamboçya’da fotoğraf çekmekten çok büyük keyif aldım…

Kamboçya Çin Hindi yarımadasının güneybatı kısmında yer alan, Vietnam ve Taylanda komşu, 9,000,000 nüfuslu, dini Budizm olan bir ülke. Khemer dili konuşulmakla beraber, İngilizce ve Fransızca anlaşmak gayet kolay. Para birimleri her ne kadar Kamboçya Riyali diye anılsa da, kullanılan tek değer Amerikan doları. Öyle ki, halka kendi parasını verdiğinizde dahi şaşırıyor ve dolar istiyorlar. 1,2 dolar tutarındaki para üstü dışında Kamboçya Riyali görmedik desem yeridir. Dolayısıyla havaalanında ilk iş olarak para bozdurma gafletine düşmeyin derim.

 

Biraz Kamboçya’nın tarihinden bahsetmekte fayda var, zira özgürlüğünü ancak 1991 yılında almış ve tarihi sürekli savaşlar, istilalar ve soykırımları ile geçirmiş şanssız bir ülke.

19. YY ortalarına kadar Tayların ve Vietnamlıların hakimiyetinde kaldıktan sonra 1863’de Fransız hakimiyetine girmiş. Yaklaşık 90 yıl Fransızların ego manyasında kalan Kamboçyalılar 1954 yılında Kral Sihanouk’un önderliğinde bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Fakat kısa bir süre sonra 1970’de tabii ki, o zamanda o bölgede güç gösterisinde bulunan Amerika’nın desteği ile Mereşal Lon Nol tarafından yapılan bir darbe ile yönetimden uzaklaştırılmıştır. Kamboçya bu darbe ile sadece yönetimini değil, ismini de değiştirmiş ve Khmer Cumhuriyeti ismini almıştır.

Amerika ile savaşan Kuzey Vietnamlılar ve güneyde Vietkonglular ile arası bozulan Kamboçya savaşa dahil olmuş ve darbenin devamı süresince ülke içinde yaşanan olumsuzluklardan doğan iç savaş da buna eklenince Sihanouk Çine sığınmış fakat burada taraf değiştirerek Pol Pot yönetimindeki Kızıl Khmerleri destekleyerek ülkeye komünist rejimi getirmiştir.

Dünyanın bir çok yerinde sürekli yaşanan senaryo bir kez daha tekrarlanmış ve ülkeye demokrasi getireceğim ve soğuk savaşta sizleri Rusya’dan Komünizmden koruyacağım diyen Amerika yine oyununu oynamış, darbe ile kukla hükümeti ele geçirmiş ama sonunda kaybeden yine kendi olarak, ülkeyi terk etmiş ve hatta kendini Vietnam savaşının içinde bularak 10 yıl süresince nedenini savaşanların dahi bilemediği bir ortamda, milyonlarca insanı katletmiş ve bir çok Amerikalı askerin de ölmesine sebep olmuştur.

 

Kamboçya denince Pol Pot ismini anmadan edemiyoruz.

POL POT Fransa’da elektronik eğitimi almış olmasına rağmen bu şahıs daha sonra gittiği Çin’de Mao’nun etkisinde kalmış ve Sihanuk’un desteği ile yönetimi ele geçirmiş ve Demokratik Kamboçya Devletini kurmuştur.

1975 yılında iktidara gelen Pol Pot, bir tarım ülkesi kurma ütopyasıyla işe başladı. Bu ütopya katledilen milyonlarca insanla birlikte toplu mezarların altında kaldı. Kamboçya halkı bir liderin ütopyasına yenik düştü. Pol Pot yeni bir siyasî ve sosyal düzen kurmayı amaçlıyordu. Kurmayı planladığı bu düzene Demokratik Kamboçya adını verdi. Pol Pot’un aklında çok basit ama çarpık bir ideoloji vardı. Buna göre tüm insanlar eşit ve doğuştan iyiydi. İnsanları bozan yozlaşmış bir toplumda yaşamaktı. Teknoloji, piyasa ekonomisi, iş bölümü, para ve din toplumu yozlaştıran unsurlardı ve yapılacak en iyi şey bunları yok etmekti.

Sonunda Kızıl Kmerler, iyi insanların çiftçiler olduğuna karar verdi. Onların gözünde çiftçi olmayan herkes modern toplumun yozlaşmış insanlarıydı. Pol Pot, çiftçilerin güçlenmesiyle Kamboçya’nın zenginleşeceğine inanıyordu ve bu rüya için kapitalizme dair tüm unsurların yok edilmesi gerekiyordu. Böylelikle, ne Kamboçya’da ne de Kamboçyalıların hafızalarında kapitalizme dair hiçbir şey kalmayacaktı.

Kapitalizmin yok edilip tarım toplumuna dönülmesi amacıyla Pol Pot şehirleri boşalttı, şehirdeki insanları köylere doğru göçe zorladı, parayı kullanımdan kaldırdı, dine ve özel mülkiyete savaş açtı, kırsal kesimde kolektif çiftlikler kurdurdu. Entelektüel olduğu düşünülen herkes öldürüldü. Pek çok kişi gözlük kullandığı ya da yabancı dil bildiği gerekçesiyle suçlandı.

Eğitimli olmak hayatî tehlike getiriyordu. mühendislerin, öğretmenlerin ya da yazarların hayatları tehlike altındaydı. Okullar kapatıldı ve Toul Seng denilen sözde ”yeniden eğitim merkezlerini” açıldı. İsmi sizi yanıltmasın bunlar eğitim değil, işkence merkezleriydi.

Pol Pot döneminde, yani sadece 3 yıl 8 ay içinde, toplam nüfusu 9 Milyon olan bir ülkede, 3 milyon insan katledildi. Hem Kamboçyalılar hem de yabancılar hiç gerekçe gösterilmeksizin işkence yapılarak öldürüldü. Pol Pot, Kamboçya’nın birçok yerine mayınlar döşetti ve bu mayınlar birçok insanın ölümüne ya da sakat kalmasına sebep oldu.

Kamboçya halkı, insanın aklını zorlayacak, vicdanını paramparça edecek işkence teknikleriyle tanıştı. Cephane siyasî suçlular üzerinde harcanamayacak kadar değerliydi. Bu sebeple insanlar, maliyetsiz aletlerle, keskin palmiye yaprakları, bıçaklarla kafaları ince ince kesilerek ya da coplarla dövülerek öldürülüyordu.

İşkence gören birçok insan için ölüm bir kurtuluştu. Ölen insanların vücutları, bazıları 500 kişilik olan, büyük mezarlarda yakılıyordu. Kamboçya’da şu an 129 toplu mezar var ve bunlardan sadece 89’una ulaşıldı.

Çiftçiler tarlalarını ekmeyi reddettiler ve Kamboçya’da çok geniş çaplı bir açlık başladı. Kamboçya bir harabeye döndü ve Pol Pot’un toplum mühendisliği deneyi Kamboçya ve Kamboçya’da yaşayanlar için bir trajediye dönüştü. Ve Pol Pot’un ütopyasının sonu, en az 3 milyon insanın ölümü ve 129 toplu mezarla çevrilmiş bir ülke oldu.

 

Seyahatimizde Pol Pot zamanını yaşayan ve hatta o dönemde çocuklarını kaybeden kişiler ve toplama kampından sağ kalabilmiş bir iki şanslı kişi ile tanışma ve röportaj yapma imkanı bulduk. Anlattıkları gerçekten tüyler ürperticiydi.

Bu vahşet 1979 yılına kadar devam etmiş, ta ki 1979 yılında Vietnam ordusuna karşı kaybetmiş ve  Pol Pot Tayland’a kaçmıştır. Fakat işin enteresan yanı bu kişinin daha sonra mahkemeye çıkarılması ve suçlu bulunmuş olmasına rağmen sadece ev hapsi alması ve evinde eceli ile ölmesidir !...

Gördüklerimden sonra, her ne kadar ölüm cezasına karşı olsam da, böylesine az bir cezayı anlamakta zorluk çekiyorum. Ayrıca ne kadar enteresandır ki, lider kesiminden bir kaç yetkili hariç başka kimse suçlanmamış ve ceza almamıştır !...

İşin ironik yanı, bunca olan bitenden sonra; Kamboçya ancak yine Fransızların Paris’te 23 Ekim 1991 yılında imzaladıkları bir anlaşma ile bağımsızlığını ilan edebilmiş ve Kamboçya Halk Cumhuriyeti ismini almıştır.

 

Siem Reap

Vietnam maalesef multiple vize vermediği için biz programımızı THY Malezya Kuala Lumpur gidiş ve Vietnam Ho Chi Minh dönüş olarak yaptık. Aradaki uçuşlarımızı ise Air Asia ile gerçekleştirdik.

Siem Reap havaalanı çok küçük bir havaalanı olmakla beraber Asya mimarisinde şirin kulübeler ile bir havaalanından daha çok; İklimi, tropik ağaçları ve sizi hep güler yüz ile karşılayan personeli ile sanki Club Med’e gelmişsiniz hissi yaratıyor. Pasaporttan geçişimiz çok kolay ve rahat oldu fakat bizi asıl bekleyen sürpriz bavullarımızın bizle birlikte Kamboçya’ya gelmek yerine Laos’a gitmeyi tercih etmiş olmalarıydı :-)) Biz bunu gayet yapıcı bir şekilde mesaj olarak algılayıp, bir sonraki seyahatimize Laos’u da ekleme kararı aldık.

Otelden ayarladığımız araç tabii ki gelmeyince (!) taksiye atlayıp otelin yolunu tuttuk. Yolda taksi şoförü ile muhabbet ederken yaşımın 47 olduğunu öğrenince, espri ile Otele mi ? Mezarlığa mı ? götüreyim diye sordu. Zira tarihleri savaş ile dolu olan bu ülkede 50 yaş ve üzerinde kişi bulmak gerçekten imkansız gibi. :-))

Kaldığımız Otel Chateau D’Angkor Fransız Koloniel tarzda yapılmış çok keyifli bir oteldi. Merkezi olması bakımından kesinlikle tavsiye ederim ama zaten her yere tuk tuk olması ve son derece ucuz olmasından merkez yerinde biraz dışarıda çok lüks 5 yıldızlı otel de tercih edilebilinir. Zira en pahalı oteller bile gecesi sadece 75-80 $ civarında.

Burada ekibimizin geri kalanı Niko, Talat ve kameramanımız Volkan ile buluştuk

Biz Galatasaraylılar olarak fotograf grubumuzu kurup, keyifli seyahatler yaparken bu sefer TRT için “Fotograf Gezgini” belgesel programı da çekecektik. Bu sebeple önce kameraya bir hoş geldik diyor ve hiç zaman kaybetmeden muhteşem Angkor Watt tapınaklarına doğru yola çıkıyoruz…

 

Angkor Wat Tapınağı

Şehir merkezine 6 – 7 Km mesafede olan bu bölge tapınaklar bölgesi ve en görkemlisi ve ihtişamlısı da Angkor Wat.  Burası 1100 yılında yapılmış iç içe geçmiş bir çok bölümden oluşan ve hatta yapılardan oluşan bir kompleks ve buraya Kmer ‘ce Tanrının Sarayı deniyor. Kelime anlamı olarak ise Angkor – Şehir / Başkent anlamına gelmekte ve Angkor Wat da Tapınaklar şehri, merkezi anlamına gelmektedir.

Dünyanın en büyük dini merkezi unvanını elinde tutan bu tapınak aynı zamanda dünyanın 7 harikasından biridir (Natural Heritage) Görkemi ile Kamboçya’nın gururu ve aynı zamanda da bayrağının simgesidir.

Tüm etrafı 400 m genişliğinde ve üzerinde pembe, mor lotus çiçekleri ile bezenmiş su ile çevrelenmiş bu saray, görsel bir şölen yaratıyor. İçerisinde tamamen muson yağmurlarının toplanması ile oluşan büyük havuzlar, iç içe geçen tapınaklar ve yaşam alanları yer almakta.

Hinduizm ve devamında Budizm sembolleri ile dolu olan bu tapınakta Vishnu, Krishna, Ramayana ve Shiva figürlerinin harika tasvirlerini görüyoruz. Ortasında sadece Kralın çıktığı ve Cennet olarak adlandırılan Dev Kule’nin etrafında  4 Kule daha yer almakta ve bu kuleler mevsimleri simgelemektedir. Her kuleye üç taraftan merdiven ile çıkılabilmekte ve böylelikle toplam 12 merdiven de ayları simgelemektedir. Cennet olarak anılan en büyük kulenin ise merdivenleri çok dik ve çok dardır. Çünkü cennetin yollu zorluklarla doludur ve kolay çıkılmamalıdır !...

Daha sonra yolumuz üzerinde bulunan Atwear Pagoda’ya uğrayıp burada ibadet eden Monkları görüntüleme şansı yakaladık. Fotoğraf açısından bizlere gerçekten çok güzel ve renkli kareler sundular.

Öğle yemeğimizi “Les terrace des elephants” adlı çok şık bir Restaurant’da aldıktan sonra akşamüstü gün batımının en iyi seyredildiği yer olan Phnom Bakeng tapınağına gidip, tepeye tırmandık. Turistler için Fil üzerinde keyifli tırmanışlar organize ediliyor olsa da, tırmanmak ve Sie Repp’in harika manzarasını seyretmek, savaş sırasında özellikle kara mayınları tarafından yaralanan Kamboçyalıların kurdukları orkestralardan yerel müzikleri dinleyerek zirveye ulaşmak kanımca çok daha keyifli. Tapınağa ulaştığımızda ise, gerçekten muhteşem bir manzara ile karşılaştık. Burası turistler ile dolu olduğu gibi, bir çok Monk da buraya gün batımı seyretmeye gelmişti. Başlarındaki bir Monk ile röportaj yapmamız ve monklardan birinin gizliden gizliye Coca Cola içmesi gün batımından daha çok aklımızda kalan kareler oldu.

Akşam programımızda Kmer Kızlarından oluşan Apsala dansı seyretmeye gittik. Biraz teatral, biraz da folklorik olan bu gösteri hiç fena değildi. Ama en güzeli güzel Kmer kızlarını fotoğraflamamız ve hatta Televizyon için çekim yapmamızdı.

Kamboçya deyince tabii ki masajı anlatmadan geçemeyeceğiz. Zira adım başı masaj salonu var ve siz her boş zamanda, programınıza göre ister yarım saat, ister 1 saat ayak masajı veya yağlı vücut masajı yaptırıyorsunuz. Fiyatlar ise Ayak masajı 3, vücut masajı 7 Dolar civarında. En lüks yerlerde ise, 10 dolar. Arzu ederseniz otellerin de akşam uyku öncesi masaj hizmeti var ve o da sadece 15 dolar.

Bu kadar yorgunluğa da yaptırtmamak olmazdı değil mi ?!... :-)

 

Ertesi sabah çok erken kalkarak saat 06:00 da Ta Prohm’a gittik.

Bu tapınak, tapınak görkeminden ve figürlerinden daha çok tapınağın üzerinde yer alan devasa ağaçlardan dolayı çok büyük bir önem taşıyor ve bu manzara gerçekten insanı büyülüyor.

Burası Angelina Jolie’nin Tomb Raider filmini çektiği yer. Açıkçası ben o filmi seyrederken abartılı Hollywood stüdyosu zannetmiştim. Fakat gerçeği filmdeki görüntüsünden çok daha heybetli. Bu arada buraya sabah saat 06:00 da gitmemizin nedeni de bu mucizevi doğayı sakinken fotoğraflayabilmek. Aksi taktirde face book fotoğrafı çekme yarışında olan turistlerden fırsat bulup, değil fotoğraf çekmek o anın büyüsünü dahi yaşayamıyorsunuz.

Siem Repp demek tapınaklar demek olduğundan, bir sonraki durağımız ise Angkor Thom tapınağı diğer bir adıyla Bayon tapınağı. Burası ise tam bir taş yığını gibi gözükmek ile birlikte, yaklaşınca muhteşem dev insan yüzü figürleri ile iç içe geçmiş çok karışık bir yapıya sahip olan mükemmel bir tapınak. Yine bolca Hindu ve Budizm dinlerinden figürler yer almakta.

Angkor Wat bölgesindeki tüm tapınaklar uzaktan sim siyah ve taş yığını gibi gözükmelerinin nedeni mason yağmurlarının çok bol olduğu bu bölgede tapınak taşlarının suya dayanıklı olması bakımından “sand stone” kullanılması fakat zaman içerisinde bu taşların kararması sebebi ile böyle bir görüntü içermesindendir. Fakat yaklaştıkça insanı büyülemesi de bence bu tapınaklara ayrı bir hoşluk ve gizem katıyor.

 

Tapınak gezilerimizden sonra, otelde kahvaltımızı yapıp doğruca Siem Repp yakınında bulunan bir kaç yüzen şehirden biri olan fakat turistlerden uzak olmak amacı ile en uzağında yer alan “Tonle Sap Lake” e gittik.

Burası çok ilginç bir yer. Her şey sular üzerinde, tüm evler, bakkallar, benzin istasyonları ve okullar bile. Mekong nehrinin bir kolunun oluşturduğu bu göl, burada yaşayan insanların her şeyi. Bu sudan geçiniyor, burada tuttukları balıkları yiyor, bu suda yıkanıyor ve bu suda bulaşık yıkıyorlar. Hatta yüzen evin içinde bir timsah üretim çiftliği dahi yer almakta. Her taraf çocuk ve küçücük barakalarda su üzerinde tam bir sefillik içinde yaşamalarına rağmen, çocukların yüzlerindeki mutluluğu görmeniz lazım. İnsana gerçekte kim daha şanslı diye sorgulatacak kadar !...

Bölgedeki tek kara parçası olan küçük bir adada ise bir Pagoda yer almakta.

Etrafın yoksulluğu ile, Pagodanın ihtişamı gerçekten ironi ve inancın gücünün güzel bir göstergesi !

Akşam yemeğimizi ise FCC Angkor Restoran’da alıyoruz. Burası çok keyifli bir Fransız Restoran ama güzel Asya yemekleri de var. Şaraplar Kamboçya’ya göre biraz pahalı olsa da Talat aramızdan ayrılacağı için kendisine hoş bir veda yemeği oluyor.

Gece Siem Repp’in renkli merkezinde gezip, bir kaç barda kafa çekip, renkli Kamboçyalılar ile tanıştıktan sonra tabii ki Uzak Doğu ritüelimiz olarak önce bir ayak masajı ve sonrasında da güzel bir body masajı ile günü sonlandırıyoruz.

 

Sihanoukville

Bu sabah erken kalkmak yok, havuz başında keyifli bir kitap okuma dinlenme ve Kamboçyalı dostlarımızı fotoğraflayarak vedalaşıp, havaalanının yolunu tutuyor ve Pır pır pervaneli uçağımızla 1 saat sürecek Sihanoukville yolculuğumuza çıkıyoruz.

Sihanoukville’de ilk şok, havaalanına taksi sokmamaları !... Mavi perdeleri ile çok süslü otobüsümüzle şehir merkezine gidiyoruz. Sihanoukville Kamboçya’nın Bodrumu diyebiliriz. Harika kumsalları, plaj barları ve gece kulüpleri ile tam bir eğlence şehri.

Sianoukville’e geç geldiğimizden bir deniz banyosundan sonra sahili gezip bir keşif yapıyoruz. Bu arada gezerken bir Türk lokantasına gittik ve çok enteresan kişiler ile tanıştık.

2-4 sene evvel gelen Türkler buraya yerleşmiş ve burada seyahat acentesi dalış okulu restoranlar ve bungalov tatil köyleri ile bu şehirde sayılı bir yer edinmişler. Açtıkları “Olive and olive” adli Akdeniz restoranında süper bir Baracuda yedik. Sahibi Korhan çok enteresan biri; genç Hollandalı kızları serviste, İtalyan ve Türk şefi mutfakta kullanarak çok güzel hizmet veriyor.  Yemeğin sonunda yaklaşık 1 saat sohbet edip Türkiye’yi kurtardıktan sonra gecenin sürprizi Ataman bey ile tanışıyoruz.

Ataman, yıllar önce 3 çocuğunu ve ailesini bırakarak Kamboçya’ya gelmiş. Kelime İngilizce yok. Cebindeki tüm para ise 4000 dolar !...

Önceleri postiş için Kamboçya Türkiye arası saç ticareti yaparak biraz para yapmış. Daha sonra Kamboçya’da ilk Türk restoranını açmış ve ayrıca lavaş üretimi yapıp, tüm restoranlara lavaş satmaya başlamış. Daha sonra Sihanoukville’e yaklaşık yarım saat mesafedeki bir köye yerleşerek tarım ile uğraşmış ve kmerce öğrenmiş. Bu köyün en enteresan yanı Kamboçya’da bir Müslüman köyü olması. Daha sonra Sihanoukville’e 2 saat mesafede muhteşem tropikal adalardan en bakir olanında iki araziyi 10 yıllığına kiralamış. Araziler denize 100 metre cepheli ve içeri doğru 600 metre buraya 15 adet bungalov yapmış. Zamanımız olmadığından gidemedik ama resimlerini gördük gerçekten bir cennet. Bir başka zaman gelmek ve burada tatil yapmak üzere sözleştik ve yolunuz düşerse size de muhakkak tavsiye deriz.

Ataman işleri çok yoğun olmasına rağmen bizim için hepsini iptal etti ve sabah çok erken saat 6 da buluşman üzere randevulaşarak ayrıldık.

Sabah erkenden Ataman’ın ayarladığı minibüs ile yola koyulduk.

İlk durağımız limanın yakınında bir balıkçı koyu. Burası iç içe geçmiş yüzlerce teneke evlerden oluşuyor. İçerideki yasam gerçekten inanılmaz. Çocuklar çıplak sokaklarda zaten evler genelde 10 metrekare her yeri acık ve herkes iç içe ve ciddi pislik söz konusu. Küçücük bir kapta denizden aldıkları

Kahverengi suda bulaşık çamaşır yıkıyorlar, hatta yıkanıyor ve diş fırçalıyorlar.

Fakat her yerde olduğu gibi uzak doğu insanına has, herkes güler yüzlü ve mutlu !...

Buraya sonradan taşınmış bir Avustralyalı ile röportaj yapmamız ve kendisinin 50 yaşından sonra buraya yerleşerek “Ne kadar acı, o kadar mutluluk” felsefesi ile ruhunun dirildiğini hissediyor olması ayrıca bizleri şaşırtacak anılarımızdan biri oldu.

Burası bizlere muhteşem fotoğraf kareleri sundu. Burada 2 saat geçirip, kendimizden geçtik.

Daha sonraki rotamız Atamanın yasamış olduğu Müslüman Kamboçya köyü.

Burada baş örtülü çocuklar ve yaşlı teyzeler ile acayip farklı ve Asya’ya pek uymayan bir

atmosfer ile karşılaştık. Ataman tüm köyü bir kahvede topladı ve 100 yaşında olan bir teyze bize Pol Pot dönemini tüm vahşeti ile yaşadıklarını ve 3 çocuğunun nasıl öldürüldüğünü gözleri yaşlı bir şekilde anlattı. Kurşun ziyan etmemek için çocukları bacaklarından tutup ağaca kafalarını vurarak öldürmüşler ! O zamanda yaşayan diğer yaşlıların anlattıklarına göre bir isçi bir günde 1 dönüm tarlayı

sürmesi gerekiyormuş süremez ise yemek verilmiyormuş. Bu arada sabanı kırarsa cezası ölüm !

Yemek olarak da pirinç ekim zamanı yarım tas, hasat zamanı tam tas pirinç lapası ve çorbası.

Burada köylülere daha önceden pazardan aldığımız meyveleri hediye ettik.

Onların portre fotoğraflarını çektik çocuklar ile toplu fotoğraf çektirdik. Unutulmaz anlar yasadık.

Dönerken çok fakir bir evde çok güzel bir kız çocuğuna rastladık ve fakirlikten okula gidemediğini öğrendik. Bunun üzerine 3 yıl eğitimi için gerekli 1000 doları aramızda karşılamaya karar vererek kendileri ile anlaştık ve eğitim uğruna yaptığımız yardımın  keyfi ile köyden ayrıldık.

Öğleden sonra bu yorgunluğu atmak için Sihaoukville’in meşhur plajlarından Ortres’e gittik

Burası bembeyaz kumlar ve palmiye ağaçları ile kilometrelerce uzunlukta müthiş bir plaj.

Buradaki tesisler de harika şezlonglara uzanarak bir elimizde soğuk beyaz şarabımızı içerken, bir elimizde karides kokteyllerimi yiyor ve plajda vücut masajı yaptırmanın keyfini çıkararak günü batırdık...

Sihanoukville’in unutulmaz anılarımızdan biri de, Galatasaray – Juventus Şampiyonlar ligi maçını seyretmek için saatimizi sabah 03:30’a kurup bar aramak ve bir pastane bulup maçı keyifle seyretmeye başladığımızda, bizler nemli 30 derece havada seyrederken, İstanbul’da maçın kar sebebi ile iptal edilmesi şokunu yaşamamızdır.

 

Phnom Penh

Sihanoukville’den Phnom Penh yolculuğumuz yaklaşık 3-4 saat süreceğinden yolda Kampot’a uğramaya karar verdik. Fakat henüz toplanmaya başlanmayan boş tuz tarlaları sebebi ile istediğimiz fotoğraf imkanını bulamamış olsak da, “Rikitikitavi” adında harika bir restoranda müthiş keyifli ve kahkahalar ile dolu güzel bir öğle yemeği yeme şansı bulduk.

Yol boyu gözümüz klasik bir Yak fotoğrafı (Kamboçyaya özgü boynuzlu öküz) çekmek için manzara aradıysak da, maalesef istediğimiz manzarayı yakalayamadık.

Phnom Penh’e akşamüstü giriş yapmamızdan ötürü inanılmaz bir trafiğin içinde bulduk kendimizi. Durum öylesine kötüydü ki, insan İstanbul’un en yoğun zamanında köprü trafiğini arar. Oteli bulmakta çok zorlanmamız ve her sorduğumuz kişinin de tam geldiğimiz istikametin ters tarafını işaret etmesi Kamboçyalıların kendi aralarında anlaşma kabiliyetleri açısından oldukça manidardı. Sonunda otelimizi yine Google amca sayesinde bulabildik !...

Phnom Penh’in harika bir sahil şeridi var. Burada süper restoranlar, café’ler ve barlar yer almakta. Oldukça canlı ve çok keyifli bir ortam söz konusu. Burada sahilde Asyalılara özel kalabalık ile birlikte toplu aerobik yaptıktan sonra bir önceki geceden iptal edilen Galatasaray’ımızın maçını izlemek üzere Bar arayışına girdik. Bulduğumuz Bar’ın İskoç sahibi bu saatte Şampiyonlar Ligi maçı olmasına şaşırsa da, Kamboçya spor kanalında maçın canlı yayını bularak, seyretmemizi sağladı. Maç süresince Bar’da canlı müzik olduğundan sesi açmamasına rağmen, gol olunca bizim barın üstüne çıkarak bağırmamız ve kendimizden geçmemiz, solist bayanın şarkıyı yarım kesmesine ve tüm barın hayretler içerisinde bize bakmasına ve İtalyanların gelip bizleri tebrik etmelerine neden oldu. Dünya markası olmak her halde böyle bir şey ve son derece keyif ve gurur verici !...

 

Phnom Penh tipik bir başkent olması bakımından büyük modern binalar ve trafik sebebi ile fotoğraf açısından pek cazip olmadığından şehrin gidilmeyen yerlerini keşfetmeye çalıştık.

İlk olarak bir tuk tuk kiralayıp şehrin içinden geçen bir tren yolunun üzerinde kurulmuş bir gece kondu bölgesinin yolunu tuttuk. Burası gerçekten görülmeye değer bir yerdi. Zira daracık demir yolu üzerinde insanlar tüm hayatlarını geçiriyor, burada tıraş oluyor, rayların üzerinde yemek yiyor ve kadınlar saç yıkatıyorlar. İşin ilginç yanı dünyanın pek çok yerinde bu tip yerlere değil girmek, önünden bile geçemezsiniz veya girseniz de sağ çıkamazsınız. Fakat burada üzerimizde saatlerimiz, fotoğraf kameralarımız gibi değerli eşyalarımız olsa da, bir tek kişi bile ters bakmıyor. Tek gördüğümüz güleryüz ve ta evlerinin içlerine kadar bizleri kabul ettikleri ve rahatça fotoğraf çektirdikleri hoş görüleri... Burada yaşanan unutulmaz anekdot ise, tuk tukçumuza trenin kaçta geçeceğini öğrenmek için her türlü komünikasyonu denedikten sonra birine sormasını rica ederken “Ask him...” dememize karşı “Ice cream ?... ” cevabı almamız ve diyaloğu sonlandırarak istikamet “Killing Fields” diye yola koyulmamız. :-))

Sıcak Kamboçya yollarında hem etrafı rahatça görebilmek, hem de püfür püfür gezmek için en güzel ulaşım aracı Tuk Tuklar fakat inanılmaz tozlu Kamboçya yollarında yüz maskesi olmadan seyahat etmek gerçekten çok rahatsız edici .Onun için yolunuz Kamboçya’ya düşecek ise, muhakkak yanınızda bir kaç ağız burun maskesi götürün derim.

Phnom Penh’de en önemli görülecek yer “Killing Fields - Choeung Ek”

Burası Pol Pot zamanında kullanılan bir çok toplama ve soykırım kamplarından sadece biri. Fakat Choeung Ek buraya yapılan Soy Kırım anıtı ile en ünlüsü. İçerde toplu mezarlarda bulunmuş 5,000 insan kafatası yaşlarına göre ayrılarak sergilenmiş. Ölüm sessizliğinin ne demek olduğunu insan burayı gezince gerçekten anlıyor !... Toplu mezarlar, bebeklerin çarpa çarpa öldürdükleri ağaç, insan çığlıklarını bastırmak için her bir dalına asılan hoparlörlerden rejim marşları çalınan umut ağacı ! ve diğer inanılmaz işkence malzemeleri ile insanın tüylerini ürperten ve lanetler yağdırdığı, insanlık adına isyan ettiren çok özel bir yer.

Killing Fields’den sonra ise, Pol Pot’un vahşetini görmeye devam etmek için şehir merkezindeki “Toul Seng” hapishanesine gittik. Eskiden bir okul olan bu yer, Pol Pot zamanında işkence merkezi ve hapishane olarak kullanılmış.  Buradan sağ kurtulan sadece 12 kişi olmuş ve çoğu şimdi psikolojik tedavi altında. Biz buradan kurtulan bir Kamboçyalı ile kızı vasıtası ile röportaj yapma şansı yakaladık.

Dünya tarihinde, bunun gibi bir çok soykırımı var. Fakat bu kadar yakın bir tarihte 1975 -1979 bir ütopya uğruna ve kendi milletine karşı böylesi bir soykırımı pek görülen bir şey değil !... İşin ilginç yanı bu tarihlerde Pol Pot’un Birleşmiş Miletlerde Kamboçya’yı temsil etmesine batılıların izin vermesi, hatta İngiltere Kraliçesinin Pol Pot’u Sarayda ağırlaması...

İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalı ve para için “bana necilik” yapılmamalı, böylesine vahşete göz yumulmamalı !...

Öğle yemeğimizi, sahilde bizlerin kordon diye adlandırdığımız yerde “La Croisette” adında harika bir Fransız restoranında yapıyor ve Kmer mutfağının harika yemeklerini tadıyoruz. Karabiberleri ise yemeğin içinde  dallarında bütün olarak kullanmaları olağan üstü.

Yemek sonrası rotamız Krallık sarayı ve Pagoda... Fakat öğle yemeğini bu kadar uzatırsak , olacağı buydu ve Sarayın kapandığını öğrendik. Fakat saray duvarında bir kaç monku fotoğraflamamız ve hala yediğimiz yemeğin keyfini yaşamamız, sarayın kapalı olması nedeni ile keyfimizin kaçmasına fırsat dahi vermedi.

Mottomuz ve Uzak doğunun en büyük keyfi neydi ?  Zamanı dolduramıyor ve yapacak bir program bulamıyorsanız masaj yaptırın... Harika bir masaj salonunda uzun uzun masaj yaptırdıktan sonra akşam için bir başka Fransız Restoran olan “Arnold” da gecemizi sonlandırıyoruz. Chateau Neuf du Pape şaraplarımızı içerken harika bir chateu briand yiyoruz. Hepimiz Francofon ve et delisi olduğumuzdan hepimizde aynı menü ! Kamboçya için çok ama çok pahalı bir yemek olsa da, bu güzel ve unutulmaz Kamboçya gezimizin son akşamı olduğu için bir nevi kutluyor ve muhakkak tekrar gelmek üzere Kamboçya’ya veda ediyoruz...

 

Ertesi sabah Vietnam’a gitmek üzere sabah çok erkenden yola çıktık.

Yolda bir Pazar yerinde durarak nehirdeki balıkçıları fotoğraflama şansı bulduk. Yaklaşık 2,5 saat sonrada Vietnam sınırına gelmiştik. Sınıra geldiğimizi tam sınırın dibinde yer alan büyük kumarhane otellerinin sıra sıra yer alması çok şaşırtıcıydı. Vietnam’da yasak olduğundan ve Kamboçya’da kumar oynayacak paraya sahip pek kimse olmadığından tüm oteller yan yana sınır kapısına dayanmışlardı !

Sınırın ortak serbest bölgesini valizler ile geçmek ve Kamboçya & Vietnam bayrakları altında fotoğraf çektirmek keyifli bir anı olarak anılarda kaldı ve Kamboçya’ya hep birlikte el salladık...

Kamboçya dünya üzerinde en fazla sakat oranına sahip ülke. Bunun sebebi de, yıllarca savaşlar ile boğuşan ülkede hala bir sürü kara mayının olması ve her yıl ortalama 600 patlamanın gerçekleşmesi.

Ben bunu Kamboçya’yı ziyaret etmeden önce öğrenip eşimle paylaştığımda ;

Zeynep’in uyarısı “Aman dikkat edin, maynıa filan basmayın !...” olmuştu.

Kamboçyaya veda ederken eşimin sözünü tutmuş olmanın da menuniyetini yaşıyordum :-)