Ayvansaray - Fener - Balat

Keyifli bir eski istanbul gezisi...

Walter Benjamin, Berlin’de Çocukluk kitabında şöyle der : “Bir şehirde, ormanda kaybolur gibi kaybolmak eğitim ister.”

 

10 Kasım 2013 Pazar sabahı, Galatasaray Lisesinden çok sevdiğim sevgili Ahmet Faik Özbilge’nin rehberliğinde Ayvansaray’da toplanarak, önce Atamıza saygı duruşumuzu büyük bir özlem ile yerine getirerek turumuza başladık ve keyifle eşsiz eski İstanbul sokaklarında kaybolduk...

Turumuzda yer alan diğer Galatasaraylı kardeşlerim Cihat Tokgöz, Hakkı Aydın, Cenk Okumuş ve Ülgen Yeşil tabii ki grubun renklenmesinde ve benim için keyifli günün daha da keyiflenmesinde büyük katkı sağladılar.

Hangi yaşta olunursa olunsun; bilgi edinmek, yeni yerler görmek, çok sık uğramadığımız muhitleri ve  yaşadığımız şehri daha iyi tanımak onu gerçek anlamda yaşamak çok büyük bir keyif.

 

Peki nereleri gezdik ve neler öğrendik ;

Unesco Dünya mirası listesinde bulunan Şehir Surlarımızın tam 21 Km uzunluğunda olduğunu. Surların henüz 12 yaşında olan Theodosius II tarafından MS 413 yılında yaptırıldığını. 52 Km olarak bildiğimiz surların, aslında İstanbul surları olmadığını ama Trakya’da Karadeniz ile Marmara denizi arasında (Çatalca- Silivri) var olduğunu ve hatta 2/3 sinin hala ayakta olduğunu.

Ayvansaray ismi bana hep garip gelmiştir. Bu vesile ile Ayvansaray isminin nereden geldiğini de öğrenmiş oldum.

Bu bölgede bulunan Blakherna sarayının belirgin özelliklerinden biri olan kemerlere eski Yunancada eyvan dendiğinden, bu saraya eyvan saray deniliyor ve zamanla buranın ismi de Ayvansaray olarak kalıyor.

Ayvansaray’da ilk durağımız olan Blakherna Meryem Ana Ayazması.

Ortodoks Hristiyanlarının en rağbet ettiği kiliselerden biri olduğunu ve suyunun da her derde deva olduğunu öğreniyoruz.

Blakherna ismi, o zaman Haliç’de çokça bulunan Palamut’dan geliyormuş ve hatta yediğimiz Lakerda  da buradan geliyormuş.

Ayrıca Altın Boynuz isminin de ; Haliç’in de o zaman balık bolluğundan yüzeyinin pırıl pırıl parlamasından geldiğini öğreniyoruz.

Ayrıca, ayazma’daki su şişelerini tek başına dolduran ve bizlere sunan Kilise görevlisi Can ile tanışmaktan da son derece memnun olduk.

Ayvansaray’da yolun kenarında hemen bir türbe görüyoruz El Ensari türbesi.

Bu türbenin enteresan yanı yarısının surların içinde var olması. İşgalden evvel yapılan bu türbeler nasıl oluyorda Hristiyan bir imparatorluğun topraklarında bulunabiliyor ? !...

Bu arada El Ensari’nin bir Sahabe olduğunu yani Peygamberi görenlerden olduğunu öğreniyoruz ve Osmanlı zamanında Sahabe ve Sahabelerin ailelerinden yıllarca vergi alınmaığını. Kart hamili yakınımdır olayı :-))

Ayazmanın su kaynaklarının üzerine yapılan kiliseler olduğunu ve sadece Rum’lar tarafından yapıldığını fakat gezdiğimiz

Surp Hıreşdagabet Ermeni Kilisesin de bir Ayazma olmasına rağmen, bu kilisenin cemaatin ihtiyacı doğrultusunda Rumlar tarafından kendilerine verildiğini öğreniyoruz. Kiliseyi gezerken ayin olması tabii ki bizler için çok büyük bir şanstı ve bize harika fotoğraf kareleri verdiği gibi, ruhani açıdan da etkilenmemize sebep oldu.

Bu kilisenin arka tarafında yer alan döküm kapı ise, oldukça değişik ve enteresandı. XVIII yüzyılda yapılan kazılar sırasında Topkapı Sarayının bahçesinde bulunan bu kapı Ermeni Ustası Babik efendi tarafından parası ödenerek satın alınmış bu kiliseyi getirilmiş.

Üzerinde iki değişik kabartma var ki, birinde St George ejderhayı öldürmesi, diğerinde ise İsa’nın kilisenin bahçesinde elinde kamçı ile satıcıları kovalaması betimlenmiş. İşin ilginç yanı ise, bu kabartmaların altında Almanca yazması.

Almanca yazan bir demir kapının Topkapı Sarayı bahçesinde ne işi olduğu ? Ve şimdi de Ermeni Kilisesinde yer alması şaşkınlık vericidir.

Ayrıca İsa’nın satıcıları Kilise Bahçesinden kovuşunu da, Ülgen ile beraber "Kapitalizme karşı çıkanların sonu şeklinde" yorumladık :-)

Ayrıca St Geoerge’un veya Surp George’un Ortodoks Kiliselerinde Aya Yorgi halini aldığını ve en çok Meryem Ana ve Aya Yorgi kiliselerinin bulunduğunu... St George’un bindiği atın ise bir çok kilisede farklı renklendirildiğini, beyaz – kırmızı – gri/mavi öğreniyoruz.

Kiliselerde genelde 12 sütun olduğunu ve bunun da 12 Havariyi temsil ettiğini, hatta bir çoğunun üzerinde ikonalarının olduğunu;

Kiliselerin dua edilen cephelerinde de, muhakkak ortada Solda Meryem Ana, sağda İsa ve onların yanlarında da sağda Vaftizci Yahya ve sol tarafta da Kilise kimin adına yapıldıysa onun ikonasının yer aldığını öğreniyoruz.

Meryem Ana ikonalarında betimlenen figürlerin başında Meryem Ananın uyuduğu resmedildiğini; bunun sebebinin de Meryem Ananın ölmediği, sadece uyuduğuna duyulan inanç olduğunu öğreniyoruz...

 

Fener bölgesine girdiğimizi hemen bazı evlerin sıva veya balkon tavan süslemelerinde gördüğümüz Davut Yıldızından anlıyoruz.

Bu bölge eskiden Yahudilerin sıklıkla yaşadıkları bölge imiş.

Bu bölgeye Yahudiler 3 şekilde gelmişler.

Birincisi ve maalesef artık pek olmayan Bizans Yahudileri - Romaiotlar

İkincisi daha sonra II.Dünya savaşı sırasında ülkemize gelenler - Askenazlar. Sıklıkla duyduğumuz Eskenazi soyadlılar.

Ve son olarak da İspanya iç savaşında İspanya Kralı tarafından ülkeden gönderilen Yahudiler ki, bunlara Seferadlar deniyor.

Yine bir çok kabartma ve süslemelerde gördüğümüz kayık ve yelkenli gemiler aslında bu seferi Yahudileri betimliyor.

Oysa maalesef şu an itibarı ile mahallede sadece bir tek Dr. Eskenazi yaşamakta !

 

Fener’de oldukça meşhur bir Ahrida Sinagogu var.

Maalesef Neve Şalom Sinagogunun bombalanmasından sonra artık özel izin olmadan sinagogları ziyaret edemiyoruz.

Bu kilise aynı zamanda Sebetay Sebi’nin de ibadet ettiği sinagog olma özelliği taşımaktadır. Bildiğimiz üzere  Dönmeler veya  Selanikliler diye adlandırılan Sebataycılar varlıklarını sürdürebilmek için Müslüman kimliğini kabul etmiş Yahudilerdir. Bu kabullenmenin sebebi ise kendini Mesih olarak gören Sebetay Sevi o zaman tahta olan Abdülhamit tarafından öldürülecek iken canını kurtarmak amacı ile Müslümanlığı kabul etmiş ama müritlerine gizli olarak Museviliği devam ettirmelerini söylemiştir.

Fener’deki en işlek sokak ise tabii ki küçük dükkanların bulunduğu Çıfıt Çarşısıydı.

Küçük, dağınık ve renkli dükkanlardan oluşmakta. Çıfıt’ın aslında Yahudi anlamına geldiğini ve günümüzde kullandığımız Çıfıt Çarşısı gibi deyimin de buradan geldiğini öğreniyoruz.

Ayrıca burada şu an için kapalı olan ama restorasyon ile yakında açılacağını duyduğumuz ve sevindiğimiz Agora meyhanesi de bulunmakta. Hemen keyifle “Burası Agora meyhanesi, burada yaşar, aşkların en şahanesi, en divanesi...” dizelerini hatırlıyoruz.

 

Aç karnına Kültür olmaz diyerek, öğlen yemeği molamızı Fener’de çok keyifli bir İşkembecide verdik.

İsteyen tabii ki başka restoranlarda da yeme şansı buldu ama biz Galatasaraylılar hemen dalıp önden damardan şirden çorbamızı içip, üzerine kelle tandırı götürmekle kalmayıp bir de ortaya kokoreç söyledik. Bu harika yemeğin üzerine Özbilge'nin gidip getirdiği yeni pişmiş çıtır çıtır kerhane tatlısı da pastanın çileği oldu. :-))

 

Yemek sonrasının en önemli ve en gösterişli ziyareti Sveti Stefan Bulgar Kilisesiydi.

Kilisenin yapımına sadece 3 hafta içerisinde bitirilmesi şartı ile izin verilince, kilise, tamamen Avusturya’da bir fabrikada yapılan demir kalıplar getirilerek prefabrik olarak yapılmış. Bu bakımdan ilk prefabrik kilise özelliğini taşımakta.

Muhtemelen yine de 3 haftada bitirilmesi mümkün olmasa da, çok kısa zamanda bitirilmiş.

Fakat temelde kullanılan ve hava almaması durumunda bozulmayacak özel kazık temeller, çevre güzelleştirme çalışmalarında açıkta kalınca zarar görmüşlerdir. Ayrıca deniz kenarında olan kilise nemden ve rutubetten etkilenerek pas sorunu yaşamaktadır.

Şimdilerde ise denize kayma tehlikesi ile karşı karşıya kalan kilise rönevasyonda.

Bu sebeple Kilisenin içini görme şansımız olmasa da, sevgili Özbilge sayesinde tam karşısında bulunan Eksarhane’yi  ziyaret etme şansı bulduk ve Bulgar Patriğinin salonunda oturup, evini ziyaret ettik ve yatak odasının tüllerinin arkasından kiliseyi fotoğraflama şansını yakaladım. Ayrıca Eksar’ın cemaatin başı anlamına gelen “Önder” anlamına geldiğini de öğrenmiş olduk.

 

Bizans’tan kalıp da hem camiye çevrilmemiş, hem de ibadete açık tek kilise olan Kanlı Meryem Kilisesi.

Bir diğer özelliği de yonca planlı olan yegane kilise olması.

Denilene göre Fatih Camii’ni yapan Rum mimar Hıristodulos’un ricaları kilisenin camiye çevrilmemesinde önemli rol oynamıştır.

Fatih’in bu konu ile ilgili fermanı Kilisenin girişinde sol duvarda yer almakta. Maalesef fotograf çektirmiyorlar, gidip görmeniz lazım.

Kanlı Meryem hikayesi ise oldukça ilginç. Bizanslılar Moğollar ile müttefik olmak için Maria adındaki prensesi evlenmek üzere Moğol hanı Hülagü’ye yollarlar. Fakat prenses gidene kadar Han ölür ! O zaman “Hülagü olmadı oğlu Abaka Han’a verelim...” derler ama bir kaç sene içinde Abaka Han da ölünce Meryem’in uğursuz olduğuna inanılır. Maria da dönerek kendini bu kilise kapatır ve adı kanlı Meryem (Uğursuz Meryem) olarak anılır. Kilisenin diğer adı ise Moğolların Meryemi (Maria Muhliotissa)

 

Tabii k bölgenin en önemli yapısı... Ortodoks Hıristiyan aleminin manevi lideri Patrik II.Bartholomeos’un yaşadığı  ve Ortodoks Hıristiyanlarının Vatikan’ı anlamına gelen Patrikhane.

Ayasofya’nın 1453’te fethi ile birlikte Camiye çevrilmesinden sonra bir çok semt değiştirmiş olan Patrikhane en sonunda 1601 senesinde buraya taşınmış. Çok büyük olmamakla beraber üzerinde hem doğuyu, hem de batıyı kontrol ettiği anlamını taşıyan çift başlı kartalı ile oldukça görkemli ve aynı zamanda sade bir Aya Yorgi kilisesi var.

Aya Yorgi kilisenin içerisinde çok özel ve eski ikonaların dışında din adamlarının kemikleri de bulunmakta.

Avluda girişte solda bulunan küçük tek katlı ahşap bina ise, kutsal yağ Ayio Miro’nun hazırlandığı yer.

Vaftiz sonrası vücuda sürülen bu yağ, her 5 senede bir hazırlanmak sureti ile, buradan tüm Ortodoks kiliselerine “birliği” temsilen yollanıyormuş.

 

Yıllarca benim Patrikhane diye bildiğim çok görkemli kırmızı bina diğer adıyla  Kırmızı Mekteb .

Oysa bu Disneyland vari yapı 1881 de açılan meşhur Fener Rum Erkek Lisesi, şu an için sadece 52 talebesi ile eğitim vermekte.

İstanbul’un fethi ile ilgili bir varsayım da şehirin ortasında ikinci bir surların olup, bu bölgenin ise feth edilmediği yönündedir.

Bu bölgeye denk gelen bu surları simgelemek amacı ile Mimar Dimadis tarafından bu şekilde yapıldığı söylenmektedir.

Bina üzerinde yer alan pergel ve gönye ise Dimadis’in gerçek bir duvar ustası olduğunu bize göstermekte :.

 

Bizim turumuzda Çarşamba bölgesi yoktu.

Fakat Çarşamba, tam Fener Rum Ortodoks Lisesinin bittiği yerden başladığından, sınırına kadar gelmiş olduk.

Ve tam anlamıyla şok olduk ! Çünkü çok koyu / fanatik bir kesimin yaşadığı bu bölge hemen kara çarşaflı ve sarıklı kişiler tarafından dolup taşıyor ve bakışlar da hemen değişiyor...

Bu tarihi bölgeyi başka bir gün keşfetmek üzere arkamızda bırakıp İstanbulun en dik yokuşlarından birinden aşağı iniyoruz.

 

Ben Galatasaraylı kardeşimlerim ile harika bir gün yaşadım.

Size de sevgili rehberimiz Ahmet Özbilge ile bu turu muhakkak yapmanızı öneririm...

İstanbulu doya doya yaşamak onu daha iyi tanımak, ve bilgilenmek üzere...